Dirty Thirty Ya Habibi Beyrut
Havayolu kampanyalarına karşı zaafım var. 2 gün sonrasını planlayamam ama ucuz bir bilet bulayım 10 ay sonrasının yurtdışı kaçamağı bellidir. Yine bir Pegasus indirimi görünce ne zamandır görmek istediğim Beyrut’u cebe indirdim. En ucuz biletin 30.yaş günüme denk gelmesini bir işaret belleyip yanıma pampalarım Fethi ve Ece’yi de aldırdım. 9 Mayıs’a 320 tl’ye Cuma akşam gidiş Pzt sabah dönüş biletimiz tee Ocak’tan hazırdı. To do list’imi de döşeyecek epey vakit oldu. Pegasus böyle güzellikler yapıyor ama çat diye 1 hafta kala uçağın saatini değiştirmesini de biliyor yalnız. Cuma iş çıkışı 1.5 saatte gidip kendimizi gece hayatına verecekken uçağımız akşam 9’dan 1’e alındı. Cuma gecesi yandı bitti kül oldu tabi. Tüm hevesi son dakika bir maille kaçırmasını bilen Pegasus Havayolları’na sonsuz sevgiler…
30 yaş mühim tabi bir yerde gençliğe veda, “çıldırılacak o kadar!” mottosuyla yola çıktım. Duty Free’den şampanyamızı alıp 12’de patlatmasını da bildik. Sonra zaten sızmışım. 3’te vardık. Tanıdık vasıtasıyla taksi ayarlamıştık bizi karşıladı. Bu şehirde taksi dışında bir ulaşım aracı pek yok, varsa da yolun yarısında dökülerek parçalara ayrılabilir gibi geldi bana. Pazarlıkla kendinize şoför bile edinebiliyorsunuz. Dayı bizi aldı The Mayflower Otel’e götürdü. Plansız tatilleri benimsemiş olsam da 2 gün için risk alamazdım. Restoranına kadar her yere rezervasyon yapmasını bildim. Mayflower da Hamra bölgesinde eski ama ekonomik, ortalama bir otel. Lokasyonu gayet iyi, ilk gün kahvaltısı baya iyiydi sonra bozdu, temiz, 2 gün için kalınası bir otel. Bu bölge biraz gürültülü yalnız orası kabul edilmeli. Daha pahalı ama lokasyon olarak ideal yer ise Downtown bölgesi.
1.GÜN:
Bugün 10 Mayıs 2014, benim günüm. Artık resmen 30’um. Herkes bilecek zira bundan sonraki yaşlarımı ilan etmeye niyetim yok. Giydim tshirtumu “too baby to be 30” Beyrut’un her köşesinde pozumu verdim. Sabah ilk kahvemizi mahallemizde şirin bir kahvecide içtik: Cafe Younes. Zincir sanırım birkaç yerde de var. Binbir çeşit kahve var. Yepyeni bir şeymiş gibi Türk kahvelerimizi içtik. O değil ben Türk kahvesi sevmem ama kültür tanıyacağım ya habire içtim burada, hoşuma gitti öyle cezveyle getirmeleri. Her şeye gül suyu koymasalar da olurdu ama.
Kahveden sonra Hamra’yı keşfedelim dedik ama ben bir şey bulamadım açıkçası. Alışveriş olayı anladığım kadarıyla. Tüketimimiz sadece yemek odaklı olduğundan, asıl bölge Downtown’a gidelim dedik. Bu arada Mayıs ama bir çöl sıcağı hakim. Yoldan taksi çevirdik. Amca bir muhabbet bir muhabbet. Ailesinde Türklük varmış. Kirasını zor ödüyormuş, çocuklarını iyi okutmuş falan filan. Bir kanımız ısındı, acıdık biz bu dayıyı alalım bizi gezdirsin dedik. Araba külüstür ama işte bir duygusallık çöktü. Pazar günü Byblos, Jeita turu attırsın diye tüm gün için sözleştik adamla. (Sonra daha ucuza jip bulunca öyle bir satış koyduk ki)
Downtown’u çözmemiz baya zaman aldı. Anlayamadık. Meşhur cami ve kilise var yanyana. Kilise henüz açılmamıştı cami’ye girdik, ihtişamlı falan e Müslümanız çok etkilenmedik tabi. Ama gerçekten gece de baktığında şehre güzel bir hava katan mimarisi var caminin de komple Downtown’daki binaların da. Bu arada bu şehirde olaylar hala hakim. Biz bir cesaret geldik, şansımıza bir tehlikeyle karşılaşmadık ama arada bir pat küt sesi duyunca eyvah bomba mı gibi tepkiler vermedim değil. Zaten bir anda “ay Avrupa gibi” diye gezerken duvarda kurşun izlerine rastlıyorsunuz. Tezatlarla dolu bir şehir. Hristiyan bölgesinden Müslüman bölgesine geçişte dünya değişiyor resmen. Hele bir de Zaytuna Bay Marina’ya geçince baya baya sınıf atladık. Külüstür arabalardan hayatımızda hiç görmediğimiz model spor arabalar çıktı karşımıza. Lüks restoranlar, şık insanlar, kocaman yatlar. Güneşi de tepeye yiyince bir afalladık. Marinada bir de o haftasonuna özel design fuarı etkinliği varmış. Dizi dizi standlarda incik, boncuk, kıyafetler. Tam kafayı yemelik olacaktım ki beni çekiştirdiler. Fiyatlar da çok ucuz değildi zaten. İstanbul’la hemen hemen aynı.
Marina’dan çıkıp tekrar Downtown keşif çalışmalarına başladık. Bana kalsa ben bir tekneye çöker tüm günü orada geçirirdim. Sıcak çok fena ve yürünerek keşfedilesi bir şehir değil onu anladım. Her bölgeye taksiyle gitcen, gezcen sonra yine bincen. Şehiriçinde de iki nokta arası 10$. Biz ama yürüdük dağ bayır bugün. Ece bir saat kulesi dedi, onu aradık ama aradıkça her noktada bir saat kulesi gözükmeye başladı. Gerçekten aranan hangisiydi hala bilmiyoruz. Asıl olayı keşfetmemiz saatleri aldı. Downtown denilen yer askerlerle çevrili. Biz de sanıyoruz ki buralara bizi almıyorlar, sürekli etrafında dolanıp durmuşuz. Sadece selamı çakıp geçmemiz lazımmış. Girince gördük ki ortada bir meydanda toplaşılan hoş sokaklı, binalı bir yaya bölgesi. Alışveriş de burada çılgınlık. Beirut Souk diye bir yer var, modern kapalı çarşı gibi bir şey. Orada da üst düzey shopping deneyimi yaşanır. Biz fakirler organik pazar bulup oraya çöktük. Amcalar pestiller, reçeller bir güzel besledi. Bir de gözlememsi bir şey tattık M ile başlıyor hatırlamıyorum adını ama lezzeti hala aklımda. Lübnan ilk damakta beni tavladı.
Sonra ben taktım Gouraud Street çok tarz her şey orada diye. Düştük yollara. Kimseler yok. Afakanlar bastı, açız. Cafe Leila’yı gördük “aha to do list” deyip attık içeri kendimizi. Ve sonra cennetteyiz. Masayı donattık mezelerle. Akşam yemeği de vardı yemesek mi çok derken silip süpürmesini bildim. Özellikle humus ve babaganuş şahaneydi. Her yerde de yedik ama burası 10 numaraydı. Salatalar vs. baya beni benden aldı. Antakya mutfağı diyorlar, sonuçta oraya da gitmediğim için Beyrut’ta her şey sürpriz bana. Ece’yle Fethi her şeyin Türkiye’deki muadilini tespit edip milliyetçilikte yarışsalar da onlar da yerken kendilerinden geçti. Ortak paydamız humustu. Yemek konusunda cins biri olarak Lübnan mutfağını tek geçiyorum, net. Antakya’yı da listeme alma vakti geldi.
Tabi domuz gibi yedikten sonra gezme iştahımız kapandı. Zaten anladık ki Beyrut’ta gündüz piyasası diye bir şey yok. Bu sokak da daha çok geceleri renkli herhalde bize mi denk geldi bilemedik de dükkanlar da kapalıydı falan. Baktık günbatımı saati geliyor hop to do list’ten Güvercin Kayalıkları’nda günbatımı görülecek. Corniche denen kordon boyu tarzı sahil şeridinde yürünerek, bisikletle falan da gidilebilir ama bizim acelemiz var zira gün batacak. Atladık dünyanın en tuhaf taksisine. Adam tek kelime İngilizce bilmiyor bizim Arapçamız da Türkçe’den ibaret, sanıyor ki şakır şakır konuşabiliyoruz, susmadı. Fethi de birkaç ortak kelimemiz var diye herkesi yiyor Arapça biliyorum ben diye. O da baygınlık geçirdi. Güvercin Kayalıkları’nı anlatamadık adama. Haritada gösteriyoruz falan. Gerizekalı şehrinin tek turistik noktasını bil bir zahmet, kafa yor bu turistler nereye gitmek isteyebilir diye. Resmen yoldan adam çevirip anlatabildik. Adam beynimizi eritti, yaşam sevinci diye bir şey bırakmadı. Ancak Güvercin Kayalıkları’nda gün batımı gerçekten muhteşemdi. Sahil kenarında leb-i derya cafeler de var oturup izlemelik. Sonrasında bir içki çakalım günbatımına karşı dedik de ıııh Arap birası sınıfta kaldı. Biraz da paçoz yerler şaraba cesaret edemedik de Lübnan şarabı için de güzel deniyor.
Sonrasında nasıl bir yığıldıysak otele, 8 için rezerve ettiğim en meşhur Lübnan sofrası olarak bilinen Abdel Wahab’a gittiğimizde 10’u geçiyordu. Bizi buraya otelin araçlarından Kemal götürdü adam baya kafa çıktı araba da baya iyi olunca sabahki Münir Özkul dayıyı satıp hoop pazara kendisini tuttuk. Dayı bizi gecelere de götürmeye karar verip bekledi tüm gece. Abdel Wahab’daki yemekte her şey gerçekten çok lezzetliydi. Tüm rehberlerde yazdığı için fazla mı turistik kazığı diyordum ama hakkı varmış. Leila’daki mezelere tav olmuştuk burada da ete tav olduk. Yeşil Efe Rakısına da burada Arak diyorlar ondan içtik. Bu grup yemekte mutlu oluyor o anlaşıldı. Diğer arkadaşlar pek şehri sevemedi de. Ben hiçbir yere 1 aydan uzun kalmadıkça not veremiyorum. 2 günlük yerler için yaşanır yaşanmaz yorumu da yapamıyorum. Şans ve bakış açısı her şey. Doğum günüm, bomba falan patlamadı, hırsızlık yaşanmadı, hava da güzel, yemekler muhteşem, beni mutlu etmeye yetti. Kendime bir de zorla doğum günü tatlısı ikram ettirdim. Adamın İngilizce kıt tatlımı getirdi mum nerde dedim, sonra anlasın diye happy birthday şarkısı falan söylemeye başladım. Doğduğuna bu kadar sevinen insan görülmemiştir herhalde. Ama garson pek ponçikti yanakları ısırılası.
Kemal de bizi oradan White’a götürmeye karar verdi. Gece hayatının kalbiymiş. Ben araştırdığım için her yeri kapalı yeaa ora diyorum ama açıldı herhalde dedik. Kapalıymış. Aslında biraz yanlış sezonda gelmişiz biz. Hava için ideal ama çıldırmak için o roof top kulüplerin açılması, çılgın beach partylerin başlaması şart. Sky ve White en ünlüleriymiş. Biz ora kapalı olunca to do list’te mutlaka görülmesi gereken underground kulüp B018’e yöneldik. Yalnız 1’de gittik bomboştu. Çekilmez deyip yanındaki Life Club’a geçtik. Burası da rooftop ve yeni açmışlar şansımıza. Kitle ortalama ama tipine bakıp apaçi desen de kimse yavşamıyor çünkü herkes çift. Lübnan’da 1 erkeğe 8 kız falan düşüyor sanırım. R&B çalıyordu koptuk. Sonra bir anda beklenmedik bir şekilde piyanist şantör yükseldi sahneye. Allaaah başladı ya habibi ya allah. Tam da istediğim Beyrut eğlencesi. Normalde Buddha Bar vardı aklımda ama kapanmış. (Buddha Bar’a sahip bir yer nasıl kapar, Hard Rock Cafe’si batan Ankara gibi) Artık arakların etkisi midir bilmem hiçbir düğünde oynamadığım kadar oynadım. İçimdeki Tanyeli çıktı. O beyaz tenimle bu nasıl Arap demişlerdir. Övünmek gibi olmasın o kasıntı Lübnanlı kızlara taş çıkardım. Sonra geri R&B başlayınca eeeh bura bitti artık deyip B018’e geri döndük. Bir girdik üstü kapalı olan tavan komple açılmış, ortam hoş. Çok ayrı bir havası var bu mekanın. Loş, tabut şeklinde masalar falan, barın ortasında kocaman tahtvari bir tabure, müzik house, tipler hoş. Baya etkilendim. 3’ten sonra coşuyormuş burası. Kop kop hop hop değil ama işte kurtları döktükten sonra level atlayarak eğlenceye devam ediyorsunuz. Benim planlarımda sabahı görmek vardı ama Ece daha fazla dayanamadı, ben otele gidiyorum diye ayaklanınca Fethi de beni sürükledi. 4’e doğru döndük otele ama biz çıkarken hırla insan giriyordu içeri. Pegasus yüzünden zaten 1 gecemiz ziyan oldu, bu Beyrut’a sırf gece gezmeye gelinecek tekrar o kesin. Gündüz de güneşi yiyince pert olmuşuz bıdılanamadan bile sızdım.
2.GÜN
Uyumak ne mümkün. Kısıtlı vakit değerlendirilecek. Sabah 11’de şehir dışı turumuz başlıyor. Bugünün menüsü Beyrut’a 1 saat mesafedeki Jeita ve Byblos ziyareti. Buraları görmeyeni dövüyorlarmış. Haklılarmış da.
Şöfor Kemal bizi manzaralı yollardan götürdü. Bir ara arabayı çekip fotoğraf için indiğimizde tepeye çökmüş Türkçe arabesk dinleyip otlanan dayılara rastladık. Kafaya gel deyip uzadık. İlk durağımız Jeita’ydı. Burayı da dünyanın 7 harikasından sayıyorlar. (Ne çok 7 harika var ya kaç tane 7 bu?) Ben hiç mağara falan görmedim, neyle karşılaşacağımı da bilmiyordum ama dibim düştü resmen. Lanet olsun ki fotoğraf çektirmiyorlar, hafızama kazımak zorunda kaldım ama unutulacak gibi değildi zaten. Üstü orman kaplı bir hazine gibi. 2 ayrı kısım gezdik. İkincisinde botla su üzerinde geziyorsun o daha etkiliydi. Yalnız o Arap turistler resmen burnumuzun direğini kırdı. Ya neden ama neden kokuyorsunuz? Paraları Hermes, Louis Vuittonlara harcayana kadar bir arap sabunu döküver be bacım. Ece buraya da bir muadil yapıştırdı Cennet Cehennem Mağarası diyerek. Ben orayı da bilmem ama Türkiye’de böylesine bir şey varsa derhal gidilmeli. Türkiye’ye yabancı olduğumdan mıdır artık bana her yer yeniydi, hayal kırıklığı yaşamadım.
Buradan sonra sahil kenti Byblos’a geçtik. Açlıktan gebermekteydik. Kemal bizi bir restorana götürdü. Benim to do list’te yok hadi bakalım lokal zevk dedik ama baya lokal çıktı. Al Bahar diye tam bir aile Pazar yemeği yeri. 1 saat arka masa neyi kutluyor acaba diye senaryolar kurup en sonunda sorarak vaftiz olduğunu öğrendik. 1 değil 3-5 masa böyleydi. Turistik olmayınca garsonlarla iletişim de çok şen şakraktı. Karpuz istersin ıslak mendil getirir falan. Burada deniz mahsülüne ağırlık verdik ama humustan şaşmadık yine. Anlamadığımız için rasgele bir balık seçtik zargana çıktı. Ama lezzetliydi, kalamar da olaydı. Ben zaten salatalara hayranım. Fattuş ve tabule çok iyi. İkram meyve tabağı geldi evlere şenlik. Kuruyemiş başlangıçta sonda sürekli var ve evet dünyanın en iyi kuruyemişleri burada. Türkçü olamayacağım. Amaan Türkiye’ye fındık fıstık mı götürülür deyip almadığıma yanarım. Baya bir vakit geçirmişiz yemekle rotamız şaştı. Byblos’un içlerine girince Alaçatı gibi bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Begonviller altında dar sokaklar, çarşılar, cafeler, çok sevimli. Bir ucunda da eski liman var. Bizimkiler oraya gelmedi, kahve içmeye oturdular. Ama çok şey kaçırdılar. Baya güzel bir manzarası vardı. Buradaki balıkçılar da daha afilli duruyordu (muhtemelen çok daha pahalıdır) Hızlıca turlayıp seramikçi amcamdan el yapımı kahve fincanı alıp bir güzel de elinden kahve içtim. Türklere çok sıcak davranıyorlar. Ankaralıysan hele bize daha yakınsın diyorlar.
Vaktimiz daralmıştı ama artık. Harissa Tepesi’ne teleferikle tırmanıp Meryem Ana Heykeli’ni görecektik falan vakit kalmadı. Direk otele yapıştık. Zaten sabahın köründe uçuşumuz var. Yoksa benim to do list’te bir de Iris’te günbatımı kokteyli içmek vardı. Fethi iyice bitmiş tükenmiş pes etti ve sızdı, Ece ve ben son yemeğimiz için Downtown’a gittik. Akşam güzel olur dediğimiz Gouroud Street gerçekten bir şeye benziyordu. Burada bir İtalyan restoranı var Margherita diye. Ne kadar bayılsak da Lübnan yemeğinden içimiz şişmişti, buraya girdik. Lazanya ve margarita pizza paylaştık, bir de güzel şarap içtik, tavsiye edilir. En güzel yanı ise hesap istediğinizde 1’den 90’a bir rakam tutuyorsunuz tutturursanız hesap bedava! 33 dedik 36 çıktı. Hemen yanında Torino Express ve Dragon Fly diye küçük güzel kokteyl barlar vardı. Ama şarap bize yetince müdavimi olduğumuz mekan Leila’ya gidip bir nargile bir kahve bir de jellab diye şerbetimsi bir şey söyledik. Tam bir enerji patlaması oldu. Nargile kafası üzerine jellab falan kafa gitti ben de sersemleştim. Ama jellab baya ferahlatıcı bir şeymiş. Nargile de normalde beceremem içmeyi ona rağmen sarstı, iyiydi yani. Giderayak to do list yenecek içecekleri de aradan çıkarmış olduk.
Birkaç saat sonra uçuşumuz olduğundan apar topar döndük. Yalnız bu seferki taksici en beteriydi. Sayıyla mı veriyorlar bunları bize. Adam Suriyeliydi herhalde, konuşamıyor edemiyor. 10$ pazarlığımızı yapıp bindik. Bir kere buranın ana caddesi Hamra’yı bulamadı herif. Soruyor insanlara insanlar da anlamıyor nece konuşuyorsa artık. Tarif ettik 2 günlük Beyrutlular olarak. Şaşkınlık içerisindeyiz. Adam bizi kaçıracak artık kesin gözüyle bakmaya başlamıştım. Normalde dolar da geçiyor her yerde. Artık Lübnan parası tutmak istemiyoruz dönüyoruz diye adam önce 10$’ı 30$ yapıp kazıklamaya başladı tabi çemkirdik. Ben indim bir eczaneden para bozdurup attım ve kaçarak uzaklaştık. Kemal’le gezmek lazımmış her yeri. Taksiciler bir tuhaf.
Adam enerjimizi öyle bir almış ki bir de otelle kavgaya tutuştuk. Bu Araplarda gerçekten bir anlama kıtlığı var. Öyle komik bir anlaşmazlık var ki adama kağıt kalem alıp debit/credit çizmeye başladım anlamayınca baya 4 işleme döndüm falan. Şöyle ki: Ayrı ayrı ödüyoruz odaları. Ben kartın üstünü nakit 10$la kapıyorum. Adam benden bir 10$ alıyor, Ece’ye vermesi gereken para üstüne ekliyor. Ama benden aldığını bize vermiş oldu ya sanki kendinden çıkmamış gibi düşünüyor. Böyle bir kafa ve yarım saat bunu anlattık. Bebişim bu para senin senin benden çıktı evet bir zamanlar benimdi ama artık değil noluur anlaaaa artık dedim. Anladı mı hayır, sadece pes etti.
Canımız yiğidomuz Kemal de bizi satınca yine bir taksi kazığıyla gittik havaalanına. 15dk mesafede 25$ falan tutuyor. Havaalanından binmeye kalksanız 30-40 gömçürtüyorlarmış haberiniz olsun. Havaalanı da işkenceydi saatlerce beklemeli. 1.5 saat sonunda inip işe gitmem de fenalar fenası bir Pazartesi sendromuydu.
Ama her şeye rağmen ben Beyrut’u sevdim. Başka bir zaman, başka bir ekiple bambaşka şekilde göreceğimi düşünüyorum. 3 farklı karakter aynı şeyleri yapıp bambaşka hislerle dönebiliyorsa bir şehir için çok güzel, çok kötü, yaşanır, yaşanmaz damgası vurmak doğru olmaz. 2 sene önce gittiğim Rio ve geçen seneki Rio arasında nasıl dağlar kadar fark varsa Beyrut için de öyledir diye düşünüyorum. Biraz şans ve karşına çıkan insanların enerjisiyle de bağlı bir yeri sevmek. Her yer bir deneyim. Bana halihazırda zevk veren şeyler değil, farklılıklar gösteren şeyler benim için güzel bir deneyim demek. Bir yerde gece hayatıyla sanki Amsterdam’dasın, diğer yanda kurşun izli binalar, külüstür arabalar tam bir Arap ülkesi. Kendi kültürümüze çok yakın şeyleri bir yabancı gözüyle görmek de farklı deneyimdi. Her gün burun kıvırdığım Türk kahvesine ilginç bir içecek muamelesi yapmam gibi. Ölü bir sezonda gittik, sıkıştırılmış bir zaman vardı, pek insan tanıyamadık, bunlar biraz hayal kırıklığı yarattı. Ama yazın o çılgın eğlencesi görülecek. Ben potansiyeli gördüm Bodrum’a gider gibi Beyrut’a da gidilir.
[…] gittik Merve’nin doğum gününü kutlamak için. Beyrut’u sevmedim. Burada Merve’nin gözünden Beyrut yazısı var, ben de inşallah benim gözümden Beyrut’u […]